Psk. Zeynep Türkyılmaz
Hayata bir bebeğin gözünden baktığımızda çevresine olan merakı, hayreti keşfetme arzusu ve hareket hâlinde olduğunu görürüz. İnsan dediğimiz varlık da doğduğu günden itibaren keşfetme arzusu içindedir. İnsanlık olarak geldiğimiz bu nokta her açıdan bu merak ve üretme içgüdüsünün ürünüdür. Bizden önceki nesillere, günümüz teknolojisindeki ilerleme, toplum ve kültür gibi birçok alandaki değişim hayret verecektir. Geçmişte hayal olarak düşünülen birçok şey şimdiki zamanın normali hâline gelmektedir. Nitekim bu keşfetme, yeni olanı arama hâli çocuk masumluğundan çıkıp daha üst adıma çıkma arzusu ile bir son bulmayacak, sınırlar zorlanacak hâle gelecektir.
İnsanlık olarak ilerlememizin önünü açan “Daha ilerisi ne olabilir, bir adım daha gitsek ne olur?” merakı olumlu açıdan geliştirdiği gibi olumsuz olarak sonuçlanmasına da sebep olabilir. Var olanın yetmediği daha üst olanı istediğimiz, keşfetmenin ileri adımı olan hükmetme güdümüzü hareketlendirir. Ölümsüzlüğü istediğimiz, sürekli haz duyma beklentisi ve olumsuzluğa yer olmayan yeni bir dünya kurma isteğimiz oluşur. Böylelikle geçmişin ütopyasını yaşıyorken kendimize yeni ütopyalar isteriz. Bizim için normalleşen standartlar bir adım daha atma ihtiyacına sebep olur. Daha mutlu, daha kolay, daha hızlı, daha rahat yaşama arzusu hem toplum bazında hem bireysel hayatlarımızda küçük ütopyalar kurma isteğine yöneltir.
Sosyal medyayı bu noktada faydalı olarak kullanabilmemizin yanında yeni dünya kurma isteği sonucu kendi hayatlarımızdan bir kaçış yolu olarak ürettiğimiz ideal dünyalar olarak ele alabiliriz. Herkesin mutlu olduğu, adaletin kolaylıkla sağlandığı, haksızlığa karşı heşteklerle durulduğu ve fikirlerin özgürce ifade edildiği küçük birer ütopya. Bilen ile bilmeyenin eşit haklara sahip olduğu dolayısıyla herkesin kendine güveninin zirvede olduğu bir sosyal mecra. Karşımıza çıksa cümle kurmakta zorlanacağımız insanlara istediğimiz yorumu yazma hakkını elde ettiğimizi düşündüğümüz, eleştirilerin âlâsını yapıp güçlü hissettiğimiz, övgülerle zirveye çıkabildiğimiz bir ortamda kimimiz kendini gerçek hayatta olmadığı kadar iyi hissederken kimimizin de gerçekte görmediği insanların yorumlarıyla kendini mutsuz, değersiz hissettiği enteresan bir dünyadır. Kendi içinde bir sistemi olan bu dünya, iyiliğin, kalitenin takipçi sayısıyla ölçüldüğü nitekim takipçilerin, beğenilerin de satın alınabildiği düzene sahiptir. Paylaşılan fotoğraflara gelen her bir beğeninin beynimizdeki ödül merkezini hareketlendirdiğini düşünürsek her beğeni ile heyecanlanmayı anlayabiliriz. Tekrar tekrar aynı hazzı yaşamak için paylaşımlara devam ederiz. Görmek istediğimiz kişileri sosyal medyada takip ederek hayatlarına dâhil olma hissini yaşarız. Sanki onun ailesinden bir parçaymış gibi; yorum hakkımız var, yüz ifadelerimizi görmesi için emojiler var ve tabii canlı yayında açtıysa her anına şahit olabiliriz. “Instagram ailem gezdiğim, gördüğüm ve yediğim her şeyi de görün çünkü benim ailemsiniz.” ifadesiyle daha yakın hissetmeye başlar, belki evde sıkılıyorken bir anda şaşaalı bir hayata böyle dâhil olarak geçici iyilik hâline gireriz. Bu açıdan baktığımızda sosyal medyanın imkânsızı imkânlı kılan sözde ideal dünya olduğunu düşünebiliriz. Çünkü adaletli, hoşgörülü ve bilgili hesapların olduğu bu dünya kolaylıkları içinde barındırıyor. Alışverişe çıkmaya gerek kalmadan, tecrübe edilen linklerden tıklayarak sevdiğimiz, takip ettiğimiz insanlarla aynı kıyafeti giyebilir pek tabii istersek evimizi baştan aşağı onun gibi dizebiliriz. Bunun yaşattığı tarifsiz hissi başka bir yerde alamayabiliriz.
Biraz uzaktan baktığımızda aslında sunulan bu dünyada ya aktif olarak var olur ya da arka plan oyuncusu olarak kaldığımızı görürüz. Bu dünyaya kendimizi kaptırmanın kolaylığı ise tüm duygularımıza hitap ettiği için çok gerçekçi gelmesidir. Çünkü bir videoda gözlerimiz dolarken, peşinden gelen videoda kahkaha atabiliriz. Toplumsal bir olay karşısında kendimizi ifade ederek tatmin olurken olumsuz olaylarda tepkimizi koyup vicdanımız rahat şekilde diğer videoya geçeriz. Yapacağını yapmış olmanın rahatlığı ile akışa devam ederiz. Böyle bakıldığında kulağa hoş gelir, vicdanlar rahat, adalet sağlandı, engeller basıldı ve bu dünyanın diliyle “linç” gerçekleşti.
Peki bu ütopyalar ne kadar gerçekçi, o dünyayı kısa süreliğine olsa kapattığımızda hangi duyguyla karşı karşıya kalıyoruz? Hâlâ vicdanımız rahat, haz alma seviyemiz yüksek hâlimizden memnun muyuz? Başımızı kaldırıp kendi gerçek dünyamızla yüzleştiğimizde ne görüyoruz? Bu yüzleşme bazen ağır olabilir, o idealleştirilen dünyada gördüğümüz hayatları kendi hayatımız ile kıyasladığımızda daha eksik, daha değersiz hissetmeye başlayabiliriz. Yetersiz hissetme hâli ile kendi işimize odaklanmakta güçlük çeker, bir adım sonrası çeşitli ruhsal problemlerle karşı karşıya kalabiliriz.
İşte insanın üretme isteği, merak duygusu işine yaradığı gibi olumsuz sonuçlar da doğurabiliyor. Bu oluşturduğumuz dünyalarda kendimiz olarak kalma, özgünlüğümüzü koruma neredeyse imkânsız hâle geliyor. Bu ise bir süre sonra kendini var edememenin verdiği yaşanmamışlık hissini ortaya çıkarıyor. Bu yüzden bu soruları kendimize sormadan yüzeysel, geçici duygulara kapılmadan gerçek bir hayat yaşayamayız.
Hepimiz farklı ve biricik olarak kendi hayatlarımızın baş karakteri olarak yaratıldık. Bir başkasının ürettiği, inşa ettiği ve birçok şey vaat ettiği dünyalara girmeden önce durup fark etmeli. Kendimizden vazgeçmeden, yeniyi bizim ürettiğimiz ve piyon olarak değil kendi hayatlarımızın ana karakteri olarak yaşam sürmenin tadını aldığımızda imkânsızı vaat eden dünyalara kaçmaya ihtiyacımız kalmayacak. Kendi hayatlarımızın düzenini kendimiz yürüttüğümüz ve insan olarak olumlu olumsuz gerçekçi deneyimlerle baş etmeye, gelişmeye ve dönüşmeye başlamanın hazzını alır artık direksiyona biz geçeriz.