Tüketim kelimesi bir yemek olsaydı, yaşadığımız dönemi tencereden bu yemeğin dibinin sıyrıldığı an olarak tasvir edebilirdik. Tüketiyoruz… Hem de öyle böyle değil. Çılgınlar gibi tüketiyoruz. Her şeyi ve tabiî herkesi… Aslında tüketim dediğimiz şeyle çok da yeni tanışmış sayılmayız. Üretimin başladığı ilk çağlardan beri tüketimin varlığından da söz edebiliriz. Sonuçta her ikisi de birbirinden bağımsız düşünülemeyecek şeyler. Ancak son dönemlerde dengenin bozulduğu ortada.
Sosyolog Jean Baudrillard, 1970 yılında kaleme aldığı Tüketim Toplumu kitabında modern dünyanın nasıl tüketim temeli üzerine inşa edildiğinden bahsetmiş ve ta o yıllardan günümüze atıfta bulunan tespitlere yer vermiştir.
”Tüketimin tüm yaşamı kuşattığı, tüm etkinliklerin aynı birleştirici biçime uygun olarak zincir oluşturduğu, insanı ödüllendirme yollarının saat be saat önceden ayarlandığı, çevrenin bir bütün oluşturduğu, bütünüyle iklimlendirildiği, düzenlendiği, kültürelleştirildiği noktadayız.” diyen Baudrillard, içinde yaşadığımız düzende her şeyin tüketime endekslendiğini aktarıyor. Tüketim toplumlarında her şey belirli bir düzene göre ve belirli bir amaç uğruna üretiliyor: Daha fazla tüketmek. Günümüz dünyasının tüketim kültürünün ne kadar derin ve insanların tüketim arzularının ne kadar güçlü olduğunu aktaran bu kitaba göre tüketim toplumu, insanların varlıklarının değerini tüketim malları üzerinden ölçen bir toplumdur ve bu tüketim kültürü insanların kimliklerini ve hayatlarını dahi şekillendirir. Bu toplumun bireyleri tükettikleri şeyler üzerinden kimliklerini ve statülerini oluştururlar. Kendilerini diğer insanlara sahip oldukları arabalar, evler, elektronik cihazlar ve marka kıyafetler ile tanıtırlar.
Dijital platformlarda yayınlanan diziler, müzik marketlerde dinlediğimiz şarkılar, arkadaşlarımıza tavsiye ettiğimiz podcastler, severek takip ettiğimiz fenomenler, yemek yerken bize eşlik eden kanallar ve niceleri… Hepsi yeni tüketim çılgınlığının zincirinde bir halka. Bizler de bu zinciri boyunlarına bağlayan modern köleleriz.
Baudrillard’a göre, tüketim toplumunda yaşayan insanları gerçekliğe olan bağlılıkları zayıftır ve düşsel bir dünyadaymış gibi hissederler. Tüketiciler, reklamlar ve medya tarafından yaratılan imajlara dayanarak hayatlarını şekillendirme ihtiyacı hissederler. Bu durum, insanların gerçekliğe karşı ilgisizleşmelerine ve diğer insanların gerçek ihtiyaçlarına duyarsız hâle gelmelerine neden olur. Bundandır ki dünyanın bir yanında tüketim had safhadayken diğer yanda birçok Afrika ülkesinde kıtlık ve kuraklık söz konusu.
İnternetin icadıyla birlikte gerçeklikten iyice uzaklaştığımız tartışılmaz bir gerçek. Dijital dünya, üretim ve tüketim kavramlarını da bir hayli değiştirdi. Geleneksel üretici ve tüketici anlayışında ortak nokta genelde somut bir ürün olurdu. Şimdiye baktığımızda ürünler “dijital içerikler” olarak karşımıza çıkıyorlar ve biz her gün yüzlerce, belki de binlerce dijital ürün tüketiyoruz. Dijital platformlarda yayınlanan diziler, müzik marketlerde dinlediğimiz şarkılar, arkadaşlarımıza tavsiye ettiğimiz Podcastler, severek takip ettiğimiz fenomenler, yemek yerken bize eşlik eden kanallar ve niceleri… Hepsi yeni tüketim çılgınlığının zincirinde bir halka. Bizler de bu zinciri boyunlarına bağlayan modern köleleriz. Biraz ağır geldi değil mi? Gelmeli… Çünkü bu sistem, tembelliği; tüketici olmayı övülecek bir şeymiş gibi gösteriyor. Üstelik zanaatkârları gölgede bırakırken dijital içerik üreticilerini spot ışığıyla bize satıyor.
İşte o nedenini bilmediğin huzursuzluk, doyumsuzluk ve memnuniyetsizliğin altında yatan en büyük sebep bu. Bireysel olarak üretim ve tüketim dengesini sağlayamayışımız… Peki, ne yapabiliriz? Çözüme yönelik basit bir formül oluşturabiliriz: Tükettiğinin çeyreği kadar üret. Böylelikle bedenin ve ruhun arasındaki dengeyi sağlayacak, yavaş yavaş aradığın o huzura kavuşacaksın. Formül basit olabilir ama uygulamak zor bir #challenge olacak. Kendini dizginlemeye var mısın?