Bilim Kurgucunun Seyir Defteri 09

Bu kez bilim kurgu seyahatimizin rotasını iki ütopik gezegene çeviriyoruz: Anarres ve Urras. Ursula K. Le Guin’in 1974 yılında yazdığı Mülksüzler romanındaki bu iki gezegen ikili bir sistem içinde birbirlerinin etrafında dönseler de insanların bu gezegenlerin üzerinde kurduğu sosyopolitik sistemler birbirine tamamen zıt. Urras verimli topraklara sahip ve insanlar burada kapitalist bir düzen kurmuşlar, dolayısıyla bolluk ve refah zengin sınıfın tekelinde, Urras kesinlikle yoksulların ütopyası değil. Anarres bir çöl gezegeni, bu kurak ve çorak dünyada anarşist bir yapılanma var yani bildiğimiz anlamda bir devlet, hükûmet vs. yok; şahsi mülkiyetin söz konusu olmadığı paylaşımcı bu sistem, gezegenin olumsuz koşullarına rağmen ideal görünüyor ama hikâye ilerledikçe Anarres’in de kendi içinde birtakım açmazları olduğunu göreceğiz. Buradaki düzen de bildiğimiz, anladığımız anlamda kusursuz ütopyayı sunmuyor bize. Zaten Le Guin de Mülksüzler’e alt başlık olarak ‘İkircikli bir ütopya’ ibaresini yerleştiriyor. Ama bir dakika! Ütopya ideal sosyal ve siyasî sistem demek değil mi? Orada yaşayan herkesin mutlu olduğu mükemmel düzen anlamına gelmiyor mu bu kavram? İkircikli bir ütopya kendisiyle çelişen bir tamlama olmuyor mu? Aslında Le Guin’in istediği de okurunun sorular sorması, sorgulamalara girmesi. Okurunu tefekküre zorlayan bir yazar kendisi. Mülksüzler’i okurken biz de ikircikli bir konumda buluyoruz kendimizi; acaba seçme şansımız olsaydı bu iki gezegenden hangisine yerleşirdik? Urras da Anarres de ikircikli ütopyalar: Ütopya nerede bitiyor, distopya nerede başlıyor belli değil. İki büyük bilim kurgu ödülünü, Hugo ve Nebula’yı kazanan, ütopya geleneği içinde kendine ayrıcalıklı ve ayrıksı bir yer edinen Mülksüzler’in kafamızda uyandırdığı bütün deli soruların cevaplarını Le Guin’in hayatında ve bilim kurgu anlayışında arasak en azından birtakım ipuçları bulabiliriz belki.
Le Guin 1929 yılında Kaliforniya’da doğuyor. Babası antropolog Alfred Kroeber. Entelektüel bir ortamda büyüyen yazarımız babasına atıfla; “O gerçek kültürleri inceliyor ben de hayalî kültürler yaratıyorum” anlamında bir cümle kuracaktır. Gerçekten de Le Guin’in fantastik ve bilim kurgu evrenlerinin spekülatif antropolojik kurgular olduğu söylenebilir. Bilim kurgu edebiyatının altmışlı yıllardaki dönüşümünde başı çeken isimlerden biridir Le Guin. Bilim kurgunun gittikçe daha edebî daha muhalif ve politik bir kültüre dönüşmesini sağlayan yeni dalganın kraliçesidir o. Le Guin yarattığı alternatif dünyalarla okurlarına bambaşka ufuklar gösterir. O güne kadar yüksek teknolojinin güdümünde, fetihçi ve maskülen ideolojilerin sınırları içinde kalan bilim kurguya nefes aldırır. Bilim kurgu yadırgatıcı ve sorgulatan asıl işlevini fark eder böylece. Le Guin okurlarına başka dünyaların mümkün olduğunu gösterir.
Başta sorduğumuz sorular orada öylece duruyorlar: Anarres mi Urras mı, bu iki ikircikli ütopyadan hangisini seçmeli? İnsanın kendisini gerçekleştirebileceği ‘ideal’ sistem nerede? Kapitalist Urras da mı Anarşist Annareste mi? Peki bu ikisinin ötesinde üçüncü bir seçenek olabilir mi? Le Guin’in ‘Omelas’ı Bırakıp Gidenler’ öyküsünde de bir ütopya vardır; bu ütopyanın sakinleri belli bir yaşa geldiklerinde yaşadıkları yeryüzü cennetinin ağır bir bedeli olduğunu öğrenirler ve ütopyanın var olması için masum bir çocuğun korkunç acılar çekmesi gerekmektedir. Bu gerçeği öğrenenler ve ahlâkî bir kararla yüzleşirler: Ya kalıp buna göz yumacaklar ve bu cennette yaşamaya devam edeceklerdir ya da Omelas’ı terk edecekler, yeni bir ütopyanın peşine düşeceklerdir. Mülksüzler’in sorduğu soruların cevabı Omelas’ı terk edenlerin seçimlerinde yatıyor olabilir mi?