CEMAL TOY İLE SÖYLEŞİ “RENKLER HAYATTAN DAHA GÜZEL”

Merhaba Cemal Bey öncelikle nasılsınız? Sizi tanıyabilir miyiz? Çocukluğunuzu, eğitiminizi, sanatınızı sizlerden dinlemek isteriz.
Merhabalar, hoş geldiniz. İyiyiz, hâlimize ne kadar şükretsek azdır. İnşallah faydalı ve güzel bir söyleşi olur. Çocukluğum Kütahya’da geçti. Ormanlık bir köyde doğdum. 5. sınıfa kadar resim dersi görmedim ama bir gün ilkokul öğretmenimin odasında çizdiğim bir portreyi gördüm, aynanın kenarına iliştirmişti. Çok heyecanlanmıştım. Acaba ben yapabilir miyim, diye denemek istedim ve denediğimde başarılı olduğumu gördüm. Önce kendimi çizdim, sonra annemi ve babamı çizmeye başladım. Sonrasında bu yeteneğimin farkına varınca artık çizmek benim için çok eğlenceli bir uğraş hâline geldi. Çocukluğumun bir bölümü Almanya’da bir bölümü Kütahya’da geçti. Yazları Almanya’ya gidiyordum, kışları yatılı okuldaydım. Babam işçi olmamı istemiyordu, okumamı istiyordu hep. 16 yaşımda babam vefat etti, 18 yaşımda İstanbul’a geldim ve burada İlhami Atalay ile tanıştım. Benim için sanatımın dönüm noktası oldu. Aynı sene onun atölyesinde çalıştım, ondan aldığım eğitimle Mimar Sinan’da Resim Bölümü’nü kazandım. 4 sene okuduktan sonra mezun oldum. Çocukluğumda güzel hatıralarım var. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık, doğayla iç içe büyüdük. Bizim orada Kütahya’da dokunan kilimler ve renkleri benim hep dikkatimi çekmişti. Ama sanatımı etkileyen en önemli şey İlhami Hoca’yla tanışmam oldu. O bizim için bir rehberdi. Galerisinde on yıl kadar çalıştım. Sonra bana dedi ki “Artık sen kendi atölyeni aç, öğrenciler yetiştir.” Böyle. 🙂
Bu atölyeyi açmanızın arkasında bir hikâye yattığını biliyoruz. Bu hikâyeyi bizlerle de paylaşır mısınız? Dünyanın birçok farklı yerinden insanın uğrak noktası olan Sultanahmet gibi bir yerde böyle bir atölyeye sahip olmak ne gibi bir öneme sahip?
1997 yılıydı. İlhami Hoca’nın binası otel olacaktı. Oradan çıktı ve yeni bir yer açtı. Oraya ikimiz sığmayacağımız için “Sen artık kendi öğrencilerini yetiştir, sanatını kendi atölyende sürdür” dedi. Küçük Ayasofya’ya 1997’de geldim. Önce o bahçedeki medreselerde 3-4 yıl kaldım, medrese odalarında resim yapıyordum; sonra orası da küçük gelmeye başladı. 2000 yılında da şu anda bulunduğum atölye nasip oldu. Alt kattaki sanat galerim ilk yıldan beri var, son bir senedir de üst katlarda psikolog eşliğinde çocuklarla sanat terapisi yapıyoruz. Yine çocuklarla ve gençlerle orta katta bulunan çok amaçlı salonumuzda sulu boya, çizim, desen, perspektif çalışmaları; seramik çalışmaları gibi pek çok atölye gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmalar dünyaya açılan kapımız. Giriş kattaki galerimizde misafirlerimiz için bu çalışmalarımızı sergiliyoruz. Sanatın çatısı altında buluşmalar gerçekleştiriyoruz.
Çalışmalarınızda medeniyetimizden, kültürümüzden izler görüyoruz bunun yanı sıra Batı’nın ünlü sanatçılarının ekollerini ve tekniklerini de kullanıyorsunuz. Eserlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Resim bana göre bir dil ve iletişim aracı. Sessiz ve görsel bir dil. Bu öyle bir dil ki hiç konuşmasam da buraya gelen bir yabancı resimlerimde ne anlattığımı, resmi yaparkenki iç yolculuğumu anlayabiliyor. Burada sadece bir ticarî faaliyet değil bir eğitim faaliyeti söz konusu.
Burada hem modern sanatın birtakım yansımaları mevcut hem de içinde bulunduğumuz büyük medeniyetin izleri gözükmektedir. Bunu görünce heyecanlanıyorlar. Dünyanın her yerinde eserlerimiz yer alıyor, duvarları süslüyor. Bu benim için çok değerli. Bir bina, bir cami, bir mimari yapı sadece yapıdan ibaret değildir. Arkasında derin bir düşünce mevcuttur. Örneğin, Selçuklu kubbe yapısı ile Osmanlı kubbe yapısı farklıdır. Avrupa’ya gideriz, gotik tarz kubbelerle karşılaşırız. Doğu’ya Buhara’ya gittiğimizde daha farklı bir yapı ile karşılaşırız. Bunların hepsi bir örtüdür aslında. Medeniyetin izlerini taşır, kültürel ögeleri barındırır ve dünyaya söyleyeceği sözleri bulunur, bir kimlikleri vardır. Bizim eserlerimizde de bu kimliği görüyorlar diye düşünüyorum.
Gençlerimizin aklına gelebilecek soruları sizlere yöneltmek istiyoruz. Şu an medyanın etkileri ile sanatın konuşulabilirliği ve paylaşılabilirliğinin arttığını söyleyebiliriz ancak sizin gençliğinizde sanıyorum ki bu durum böyle değildi ve çok daha zorlu yollardan geçtiniz? Bize bu zorluklardan bahsedebilir misiniz?
Aslında bir yönüyle ben hiç ulaşamadığım gençlere ulaşabiliyorum. Pandemide bir TV programına çıkmıştım, sonrasında bana ulaşan gençler oldu, resimlerini yolladılar. Ben onlara uzaktan ödevler verdim. Bu süreci olumluya dönüştürebilmek önemli. Eskiden sadece kendi öğrencilerime ders veriyordum, kendi kabuğumuzda çalışıyorduk; bu imkânlar yoktu. Şimdi online olarak, yurt içi-yurt dışı fark etmiyor, hem ben ders veriyorum hem de yetiştirdiğim sanatçı öğrencilerim ders veriyor. Almanya’dan yanıma gelip bir yıl kaldıktan sonra geri dönen bir öğrencimiz var; Aylin Hanım. O burada sadece benden değil, benim çevremden sanatla hemhâl olan ahbaplarımızdan da Sanat Tarihi, Sokak Eskizleri, Seramik, Ebru, Çini gibi dersler aldı. Kendisi şu an Almanya’daki bir şubemiz gibi. 🙂 Bunu niçin önemsiyoruz; sanatçı arkadaşlarla iletişimde bulunmak büyük imkân. Bu sosyal medyanın gücü.
İstanbul Tasarım Merkezi’nde Çocuklar için Resim Atölyeleri düzenliyorsunuz. Bu noktada okullarda verilen cüz’î eğitimin yanında Türkiye’de sanata yatkın çocukların kapasitelerini geliştirmek ya da yeteneklerini daha erken keşfetmek adına neler yapılabilir?
Eğitimde usta-çırak ilişkisi çok önemli. Sınıfta bir tane öğretmen olmamalı diye düşünüyorum. Özellikle yurt dışındaki sergilerimde bunu görmüştüm. Almanya ve Fransa’da Montessori sınıflarını gezmiştim; iki üç tane öğretmen, bir pedagog öğretmenleri vardı. Küçük Ayasofya’daki zamanlarımda oranın hikâyesini okumuştum. U şeklinde bir sınıf düzeni var, hoca baştaki yardımcı talebelerine öğretiyor ama sınavı en sondaki öğrencilere yapıyormuş. Yani herkes birbirine öğretiyor. İstanbul Tasarım Merkezi’ndeki yöntemimi diğer bütün kurs ve atölyelerden ayıran şu: Burada çocuklara sadece ders vermiyorum, mentör ve yardımcı öğrenciler seçiyorum. Yaklaşık 20 kişilik sınıfta 10-12 tane yardımcım oluyor. Birkaç öğrenciye bir yardımcı hoca düşüyor. Bazen ortaokul bazen lise talebesi, bazen de farklı mesleklerde büyükler olabiliyorlar.
Bir şeyin ne kadar zor öğrenildiğini görüyorlar. 5 yaşındaki bir çocukla sohbet edip resim çalışıyorlar. “Öğren ve öğret.” mottomuz bu. Bu projemiz Millî Eğitim’de de olması gereken bir uygulama. Ortaokul ve liselerde çok kolay yapılabilir. Öğrencilerimiz çok heyecanlılar, yaz tatili araya girdiğinde Eylül’de dönmek için sabırsızlanıyorlar. Sürdürülebilir olması gereken bir süreç bu. Geldiklerinde kendi yaşında olsa da arada kuşak farkı olsa da resimle ortak bir dilde buluşuyorlar.
Savaş mağduru çocuklarla çalıştığınız Art Teraphy isimli bir projeniz var. Bu çalışmanız sırasında nasıl manzaralarla karşılaştınız? Sonuçları nasıl oldu? Çocuklar ile iletişiminiz nasıldı?
İstanbul Tasarım Merkezi’ndeki yardımcılarımdan Meryem Hanım; kendisi 12 yaşındayken benim yanıma gelmişti. Üniversiteyi bitirdi ve bu projeyi yazdı. Orada uyguladığımız yöntemi bütün Dünya çocuklarına uygulamış olduk. “Kendini anlat, ifade et, güçlü yönlerini ortaya çıkar, duygularını anlat, çiz” diye çocuklara anlattığımızda hepsi heyecanlandılar. Afrika’da biz sıcakta gölge ararken onlar güneşin altında saatlerce çizdiler. Aynı şekilde Asya’da Filipinler, Tayland gibi nemli bölgelere de gittik. Savaş mağduru Suriyeli çocuklarla çalıştık, Lübnan’daki kamplara gittik. Sanat Terapisi’nde önemi olan resimle birlikte o rahatlamanın gerçekleşmesidir. Kendinizi, hayallerinizi anlatın dediğimizde Suriyeli bir çocuğun resmine yazdıkları bana çok dokunmuştu. Arapçadan çevirdiğimizde diyordu ki; “Renkler hayattan daha güzelmiş.” Sonrasında biz onu motto hâline getirdik. Tasarım Merkezi’nde akrilikle tuvale çalışmalar yapıyoruz, okullarda kısıtlı vakitten dolayı bunlar yapılamasa da biz tuvallerimizi ve boyalarımızı dünyanın her yerine götürdük. İsviçre’den uzmanlar bu faaliyetimizi gördüklerinde “Siz çıtayı çok yükselttiniz.” demişlerdi. Bunun içinde disiplinler arası bir durum var. Çocuklar yetenekli, şu kişiyle ilgilenin vs. dediğimde, hocam nasıl anlıyorsunuz diyorlar. Çizdiği çizgi, kullandığı renkler, yaptığı şekiller, hayal gücü aslında onun kimliği. Biz onları resimlerinden söyleyince oradaki görevlilerin sanata bakış açısı değişti. Bunun ne kadar önemli olduğunu gördüler. Burkina Faso’da idareci Hasan Bey vardı. “Resim yapmayın, derslerinize çalışın.” diyen hoca bunları tespit edince sanat algısı değişti. Yaklaşık bir saat sürdü çocuklarla vedalaşmamız. Ekibi bırakmak istemiyorlardı. Onlarla sadece resim yapmadık; palyaçomuzla birlikte oyunlar oynadık, dans ettik. Hikâye anlatımımız vardı, beraber şarkılar söyledik; nitelikli zaman geçirdik yani.
Gençler merak ediyor, acaba siz de küçükken kendinizi ressam şapkası takmış bir şekilde hayal eder miydiniz? Ressamların küçüklükte bu tarz hayalleri olur mu merak ediyoruz? Hayal etmenin aslında yaptığınız işin bir parçası olduğunu biliyoruz, peki çalışmalarınızı yaparken neler hayal ediyorsunuz?
Küçükken bir ressamın nasıl olduğunu bilmiyordum. 5. sınıfa kadar resim dersim olmadığı için de tabii. 🙂 Sonradan ressamların hayatlarını öğrendikçe bir şeyler oluşuyordu zihnimde. Ama öğrencilerim o ressam şapkalarıyla geliyorlar derslere. Poz verip fotoğraf çektiriyorlar, çok keyifli oluyor.
Ben resim yaparken kendimle, çevremle dalga geçiyorum. Şehirlerle konuşuyorum, nesnelerdeki ruhu çok önemsiyorum. Çizdiğim evlerin, kullandığım renklerin görünen yüzünün ardında bir de görünmeyen bir taraf var. Fenomenlerin iç yüzüne daldığımızda onların değişik anlamları var. Anlamın üzerinden gittiğinizde hem birilerini yakalıyorsunuz hem kendi duygularınızı bulup ifade ediyorsunuz. Yani resimlerim karşı tarafla buluşmuş oluyor. Nasıl sıcak ve samimi olmaya, konuşmaya gayret ediyorsam, kullandığım renkleri de soğuk ve karamsar seçmiyorum. Çizdiğim dervişler İstanbullu, hepsi rengarenktir. Boyalarımda neredeyse hiç siyah yoktur. Mesela, Lübnan’a gittiğimizde İlhami Hoca ile çok üzülmüştük. Kamplar hep karamsar ve çocuklar siyah boya istiyordu, bizimse tüm boyalarımız rengârenkti. O çocukların kimlikleri yok, hayalleri hep siyah ve karamsar. Hayal kuramayan çocuklara çok üzülüyorum. Hayal kurmak bilgiden daha önemli der, Einstein. İnsanın kendini ifade edebilmesi kadar değerli bir şey yoktur. Burada ben köşeme çekilip de resim yapmıyorum, yıllarca eğitimle uğraştım. Çocuklarla sanatı buluşturdum. Bu yepyeni bir dil ve bu dil sayesinde iletişim kuruyorsunuz. Dile getiremedikleri sorunlarını, hayal edip yapamadıklarını resimlerinde görüyorsunuz. Bunları ailelere anlatmaya başlayınca; işte bu çocuğu eleştirmeyin, çocuklara bağırmayın vs. kapıda kuyruklar olmaya başladı. Çünkü bu çok değerli bir şey. Resim sadece duvarda bir süs değildir. Onun ötesinde çok derin anlamları vardır. Bunu anlayabildiğiniz ve bir değerinin olduğunu fark edebildiğiniz zaman bir şeyleri değiştirebilirsiniz. Çocuk resimleri hakkında araştırmalar var, mesela elleri büyük çizerse ya da hiç çizmezse anlamı farklıdır. Genelde tek çocuklu ailelerde çocuk resim çizerken boyun çizmez, çünkü boyun irade demektir. Anne babalar her şeyi hazır hâle getiriyorlar, önüne koyuyorlar. Bu olmaması gereken bir şey.
Son olarak gençlere neler söylemek istersiniz?
Önce kendilerindeki güçlü yönler neler, sanatta neyi iyi yapıyorlar, bunu görsünler. Kendilerini eleştirmekten vazgeçsinler, ben bunu yapamıyorum cümlesini bıraksınlar. Özgüven çok önemlidir ve oksijen gibidir. Kaygıyı artırmamak çok önemlidir. Merdivenin en son katını düşünmesinler, ilk basamak çok önemli. O ilk eşikte en çok sevdikleri resimler neyse onları yapsınlar. Bunları tükettikten sonra asıl mesele ortaya çıkacaktır. Ben şimdiye kadar hiçbir öğrencimden vazgeçmedim. Her öğrencinin bir potansiyeli var ve bu potansiyeli ortaya çıkaracak çalışmalar yapmaları lazım. Çok severek yaptıklarında hem mutlu oluyorlar hem de para kazanıyorlar bu işten, insanlara da faydalı oluyorlar. Sanatın bizim kültürümüzdeki anlayışı hayatı güzelleştirmektir. Atalarımız öyle yapmışlar. Batı’dan temel farkımız da bu. Örneğin bizde hayvanat bahçesi yoktur, hayvanlar doğal alanlarında yaşarlar. Müzeler yerine de hayatın her alanını güzelleştirmeye çalışmışlar. Çeşme, sebil, kuş evi… Bunlara baktığınızda hepsinin bir anlamı ve estetiği var. Mimar Sinan Köprüsü’ne götürmüştüm çocukları. Sadece bir köprü değil burası, Zigetvar Kuşatması’na gitmeden önce Sokullu Mehmed Paşa otağı buraya kuruyor ve Avrupalılara bir mesaj veriyor. Köprü o zaman 15 günde yapılmış ve Avrupalıların aldığı mesaj şu: Osmanlılar bunu 15 günde yaptığına göre bize bir harekette bulunacaklar. Aynı zamanda yapılan köprünün sellere nasıl etki ettiğini vs. mühendislik kısmını da anlatıyorum. Orada çocuklarla beraber ben de çiziyorum, farklı disiplinleri bir araya getiriyoruz; mimari var, dönemin yönetim anlayışı var; tarih, sanat, estetik var. Bu buluşmaların çoğalması gerekiyor. Gençlerimizi, çocuklarımızı sanatla, etkinliklerle buluşturmak lazım ve bunun sürekli olması lazım. Sonrasında sanat; hayatımızın içerisinde doğal akışında olursa çok anlamlı olacak.