Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ya da Bir Canavara Hayat Vermek

Ümit Yaşar Özkan

Shelley gotik edebiyat geleneğinden bilim kurguya yol alırken soruyor, sorguluyor bugünün okurunu da saran ve sarsan bir hikâye anlatıyor. Frankenstein ya da Modern Prometheus insanın kibrine, yıkıcı hırslarına ayna tutuyor.

Bilim kurgu yolculuğumuzda Verne, Wells ve Asimov’dan geriye doğru dümen kırıyoruz ve 19. yüzyılın ilk yarısında on sekiz yaşında bir genç kızın bilim kurguyu ve bilim kurgunun en ürkütücü canavarlarından birini nasıl yarattığına bakıyoruz.
1816’da İsviçre’de göl kıyısında bir evdeyiz. Bir grup genç, romantik edebiyatçı burada kalıyor. Bir süredir bütün dünyada etkisini gösteren iklim koşullarından dolayı eve kapanmış durumdalar ve fena hâlde canları sıkılıyor. Romantik şair Lord Byron bu can sıkıntısını dağıtmak için tuhaf bir yarışma öneriyor gruba: Her biri bir hayalet hikâyesi yazacak ve yazılan hikâyelerin içinden en dehşet verici olan seçilecektir. İşte Mary Shelley meşhur canavarını böyle yazmaya başlıyor.
Elbette yarışma Shelley için bir bahanedir çünkü genç kız bu hikâyeyi yazmaya zaten hazırdır; üst üste yaşadığı trajik olaylar ve gördüğü bazı kabuslar onun için tetikleyici olacaktır. Entelektüel bir ailede yetişen yazarımız bu çığır açan romanı yazabilecek birikime de sahiptir. Romanın tam adı Frankenstein ya da Modern Prometheus bizi doğrudan Antik bir Yunan mitine gönderir. Bu mite göre Titan Promete ateşi tanrılardan çalıp insanlara verdiği için ağır bir cezaya çarptırılır. Victor Frankenstein da Promete gibi yasak hatta tanrısal bir bilginin peşine düştüğü için cezalandırılacaktır. Romanın atıf yaptığı başka bir klasik eser de John Milton’un Yitik Cennet’idir. Böylece roman batı medeniyetinin kurucu metinleriyle sıkı bağlar kurar. Shelley bir yandan geçmişin mitleri ve destanlarıyla bağ kurarken kendi zamanının bilimsel atılımlarını ve arayışlarını merakla takip eder. Frankestein’ı modern bilim kurgu edebiyatının öncüsü hâline getiren de bu bilimsel arayışların romana ustaca yedirilmesidir. O yıllarda ölü kurbağaları elektrik vererek canlandırmaya çalışan Luigi Galvani’nin deneyleri Shelley’ye ilham verir. Burada hemen bir parantez açalım, biliyorsunuz Frankenstein deyince herkesin aklına Boris Karloff’un canlandırdığı ikonik canavar geliyor, dikişli alnı, süzgün gözleri ve boynunun iki yanındaki cıvatalarla kazınıyor canavarın sureti kollektif bilince, bu suretle birlikte filmden aklımıza kazınan sahneler de var. Çılgın doktorun karmaşık makineleri; şalterler, bobinler ve canavarı canlandıracak elektrik akımları… Shelley’nin romanında bu karmaşık makinelerden bahsedilmiyor sadece yaratığın elektirikle can bulduğuna dair bir ima var. Romanda karmaşık olan bizzat canavarın kendisi; Doktor Victor Frankenstein ölümsüzlüğü takıntı hâline getirir ve ceset parçalarından yaptığı bir yaratığı canlandırmayı başarır fakat bu zafer gerçekleştiği andan itibaren doktoru dehşete düşürür, canavarı kaderine terk eder. Babası ve yaratıcısı saydığı Victor tarafından terk edilen yaratık dünyayı ve insanları anlamaya çalışacak ve maalesef insanlar tarafından ötelenip dışlandıkça intikam arzusuyla yanıp tutuşan bir canavara dönüşecektir.
Shelley gotik edebiyat geleneğinden bilim kurguya yol alırken soruyor, sorguluyor bugünün okurunu da saran ve sarsan bir hikâye anlatıyor. Frankenstein ya da Modern Prometheus insanın kibrine, yıkıcı hırslarına ayna tutuyor. Shelley’nin Bilim ve teknolojiden türeyen korkuları somutlaştırmak için icat ettiği arketip ‘yaşıyor.’
Genetik mühendislik, klonlama, yapay zekâ… Geleceğe dair endişeler 19. yüzyılın başlarında on sekiz yaşında gencecik bir kızın yazdığı kâbusla aydınlanıyor.
Unutmayalım Frankenstein canavarı yaratan doktorun adıdır, canavarın bir adı yoktur.