Bilim Kurgucunun Seyir Defteri | 17
Ridley Scott’ın Bıçak Sırtı (Blade Runner- 1982) filmini videodan izlediğimde lisedeydim. Bıçak Sırtı o güne kadar izlediğim bilim kurgu filmlerine benzemiyordu. Filmin yakın geleceğe dair fütüristik vizyonu fazlasıyla melankolik ve son derece kasvetliydi.
2019’un Los Angeles’ı Teknolojiyle sefaletin kol kola girdiği kozmopolit ve tekinsiz bir şehir olarak resmediliyordu. Geleceğin bu fütüristik düşmüş melekler şehrinde bir polis insan kopyası replikantları avlıyordu.
Film, kendi dünyasını zekice hamlelerle kuruyor, kendi gerçekliğini gözümüze sokmadan usul usul inşa ediyordu. Dünyanın bitik vaziyetini sezdiren işaretler dikkatli seyirciler için aralara serpiştirilmişti; mesela insanlığın bir kısmının diğer gezegenlere göçtüğünü hava gemilerinden yapılan anonslardan anlıyorduk. Bıçak Sırtı beni büyülemişti, hele o müthiş final sahnesinde kendimden geçmiştim. Sürpriz bozmamak adına üstü kapalı değineceğim final sahnesinde, artık ezberlediğimiz dünyayı kurtaran kahraman klişesi alaşağı edilmekle kalmıyor aynı zamanda bu macerada başından beri muğlak kılınan insan- replikant karşıtlığı da tuzla buz oluyordu. Replikant Roy Batty’nin son anlarında okuduğu şiirin bazı dizeleri belleğime kazınacaktı: ‘Bütün o anlar yağmurun içindeki göz yaşları gibi kaybolacaklar…’ O yaşta Bıçak Sırtı’nı seyretmek benzersiz bir deneyimdi ve şunu fark etmemi sağlamıştı: Demek ki böyle derinlikli, şiirsel bir bilim kurgu da mümkündü.
Tabii ki o yaşta henüz Bıçak Sırtı filminin Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (1968) adlı romanından uyarlandığını bilmiyordum, yazarın adını bile duymamıştım.
Philip K. Dick (1928- 1982) bilim kurgu edebiyatının ayrık otudur çünkü diğer bilim kurgu yazarları verili gerçekliği bir çıkış noktası olarak kabul ederken o, bizzat bu verili gerçeklikle hesaplaşır. Onun kurgularında gerçek(lik) olarak bildiğimiz nesne, ucundan köşesinden dağılıp bozulmaya, çökmeye başlar. Gökteki Göz adlı romanında, öznel algıyla nesnel gerçeklik arasındaki varsayımsal sınırlar silinir, bir gerçeklikten diğerine savrulurken içinde yaşadığımız ve varlığını sarsılmaz kabul ettiğimiz gerçekliği sorgulamaktan kendimizi alamayız. Yazarımız bütün roman ve öykülerinde takıntılı olduğu iki sorunun peşine düşmüştür: ‘Gerçek nedir?’ ve ‘İnsan nedir?’ Bilim kurgu edebiyatı ona bu soruların çeşitli cevaplarını bütün boyutlarıyla irdeleyebileceği geniş bir cephe açar. Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? bu iki sorunun iç içe geçtiği bir kurgudur. Roman, nükleer savaş sonrası bir geleceği anlatır. Bu gelecekte çoğu canlı türü tükenmiş ya da tükenmeye yüz tutmuştur. İnsanlar asıllarının yerine ikame edilen elektronik hayvanlar edinmektedirler, canlı hayvanlar pahalıdır ve gerçek bir evcil hayvana sahip olmak bir statü göstergesidir. Biyolojik ve maddi açıdan seçkin olanlar diğer gezegenlere göçmüştür, bu seçkinlerin köle olarak kullandıkları androidler zaman zaman isyan etmekte ve dünyaya kaçmaktadırlar. Kahramanımız Rick Deckard’ın işi, kaçak androidleri avlamaktır. Deckard’ın hedefi, son avından kazandığı parayla eşine gerçek bir evcil hayvan almaktır. Romandaki androidleri insandan ayırt etmek için bir empati testine başvurulur, androidlerin insanlar gibi şefkat, merhamet duyguları yoktur.
Dananın kuyruğu da burada kopar: Empatiden yoksun insanlar, bu testi geçemediklerinde insan sayılmayacaklar mıdır? İnsanla Android arasındaki kırmızı çizgilerin ihlali tedirgin edicidir. Philip K. Dick’in paranoyak kurgularında dünyanın gerçekliği fazlasıyla oynaktır. Hikâyenin kahramanı ve okur, evrenin gerçekliğinden bir türlü emin olamadığı için sürekli kuşkuda ve hep diken üstündedir. Birilerinin (Totaliter bir rejim ya da şeytani bir şirket) bizi içine hapsettiği bir sanal gerçeklikte yaşıyor olabileceğimiz ihtimali, huzur bozucudur. Fakat yine de bu ‘kahramanlar’ ve biz okurlar, gerçeği aramaya, direnmeye ve insan kalmaya gayret ederiz.
Philip K. Dick’in eserinin ruhunu kavrayan Bıçak Sırtı filmi, bana sadece bilim kurgunun ne kadar şiirsel, derin olabileceğini göstermedi; bütün varlık ağını kuşatan bir empati/duygudaşlık durumunu kavramak için bilim kurgunun ideal bir tür olduğunu da bu filmden öğrendim.