Ömrünü Adil Bir Yaşam ve Devlet Anlayışına Adayan Ali Fuad Başgil

Hatırda

Tam 4 yıl boyunca cephede çarpışacaktı. Savaş bittiğinde 15 arkadaşıyla beraber çıktığı bu yolda eve ancak 3 kişi dönecekti.

İnsanoğlunun yeryüzü macerasından bu yana mülkün yani ülke varlığının temeli sayılan kavram: Adalet. Ve hayatını bu ideale adamış, bunun mücadelesini vermiş, uğruna eziyet çekmiş, itibar görmüş, baş tacı da olmuş, tehdit de edilmiş ama kimsenin hatırı için adaletsizliği hoş görmemiş, haksızlık karşısında sessiz kalmayı içine sindirememiş bir insan: Ali Fuat Başgil.

Adalet ve hukuksuzluğun durmadan anıldığı fakat adalet ve hukuksuzluktan yakınılan bir dönemde 1893 yılında Samsun’un Çarşamba kazasının Sarıcalı Mahallesi’nde dünyaya gözlerini açtı Ali Fuat Başgil. Pontus Rum hayaliyle yanıp tutuşan çetelerin Osmanlı’nın çıkmazlarından istifade ederek kargaşa çıkardığı bir beldeydi Çarşamba. Annesi, kasabanın yerli ailelerin birine mensup Fatma Hanım; babası, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş Bölükbaşıoğulları’ndan hâfız İbrahim Efendi’nin torunu Mehmet Şükrü Efendi’dir. Çarşamba, imparatorluk başkentine uzak olsa da ülkede ne olup bittiğiyle ilgiliydi Başgil. Aile ortamında ülkenin dağılmaya başladığını ve bunun önüne geçmenin giderek imkânsızlaştığı üzerine yapılan yakınmaları dinleyerek büyüdü Başgil. İlkokulu Çarşamba’da okuduktan sonra, 1908 yılında hürriyetin ilanıyla birlikte ailesiyle beraber İstanbul’a taşındı. Ayastefanos anıtının yıktırılmasından sonra kuvvet kazanan millî duygusu, onu yeni başladığı okulundan alıp doğrudan Kafkas Cephesi’ne gönderecekti. Yıl 1914, Ağustos ayının sonu. Tam 4 yıl boyunca cephede çarpışacaktı. Savaş bittiğinde 15 arkadaşıyla beraber çıktığı bu yolda eve ancak 3 kişi dönecekti. Ülkenin içine sürüklendiği sefaleti yakından müşahede eden Ali Fuat, 1918 yenilgisi sonrasında iyice çöktü. Bir süre dinlendikten sonra geleceği hakkında karar verecekti. O esnada birkaç ticaret denemesi oldu. Gayet başarılıydı ve devam edebilirdi pek âlâ. Öte yandan Ankara’da başlayan ve tüm haşmetiyle devam eden Millî Mücadele devam ediyordu. Öğretmenlerinden Şevket Efendi engel olmasaydı tekrar cepheye gidecekti Başgil. Ona, “Önünde sonunda sulh imzalanacak. Türkiye’nin eli silah tutan değil kalem tutan insanlara ihtiyaç duyacağı günler gelecek. Biz varımızı yuğumuzu Çanakkale’de tükettik, sen git tahsilini tamamla.” demişti Şevket Hoca.

1921 – Paris

Buffone Lisesi’ne kaydolan Başgil, yarıda kalan ortaöğrenimini burada tamamladı. Sonra da Grenoble Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. Derslerine gösterdiği dikkat ve özen sebebiyle bölümünü birincilikle nihayete erdirdi. Hocalarının ısrarıyla kaldı ve hukuk doktorasını Paris Sorbonne Üniversitesi’nde tamamladı. “Boğazlar Meselesi” başlıklı tezi uluslararası işbirliği komisyonlarının dikkatini çekti. Başgil, bu arada önce Soorbonne Edebiyat Fakültesi Siyaset ve Felsefe Bölümlerinden sonra da Lahey Devletler Hukuku Akademisi’nden sertifika aldı.

Fransa’dan dünyaya yayılan hürriyet, eşitlik, milliyetçilik, demokrasi, laiklik ve adalet kavramlarına dayanan çağdaş devlet yapısını Türkiye’de de hâkim kılmak gerektiğine inanıyordu. Bu hâkimiyetin ne Batı uygarlığının önünde diz çökerek ne de büsbütün kendi tarihi ile kültürünü hakir ve ret ederek tesis edileceğini düşünüyordu.

O Batı’nın değerler bütünlüğüne norm ve metotlardan yararlanarak Türk halkının inanç ve geleneklerine uygun ulusal bir sentezin ortaya çıkabileceği kanaatini taşıyordu. Tüm bunlar olurken Millî Mücadele kazanılmış, Barış Antlaşması imzalanmıştı. Başgil, ülkeye döner dönmez derhal yükseköğrenim genel müdür yardımcılığına getirildi. Ertesi yıl Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ‘Hukuki Mesuliyet’ adlı tezi onaylandı. Ardından Roma hukuk profesörlüğüne atandı. 1933 yılına kadar bu görevde kalan Başgil, Gazi Terbiye Enstitüsü’nde de medeniyet tarihi dersleri veriyordu. Ama 1933’te yeniden yapılandırılan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Teşkilât-ı Esasiye hukuku profesörlüğüne atandı. Aynı zamanda mülkiye mektebinde müdürlük, yüksek ticaret ve iktisat mektebinde iş hukuku öğretim üyeliğini de yapacaktı.

Bunların yanında 1938 Lozan Antlaşması’nda çözüme kavuşturulamayan ve özel bir statüyle Fransa’ya devredilen Hatay için Anayasa hazırladı. Ardından Hatay meselesini nihayete erdirmek maksadıyla Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti’ne hukuk danışmanlığı yaptı.

Hayatı boyunca hak ve adalete uygun yaşamaya çalışan Ali Fuat’a göre kanunlar 2 türlü idi: Birinci gruba hakkaniyet yasaları diyordu. Bunlar dünyanın her yerinde geçerli temel insan haklarıydı. Şöyle der: “Kanun koyucuların icadı değildir bu bahsettiğim yasalar. Maddeleri bilinmese de mahiyetleri, fertlerin insanlık vicdanında saklıdır. Bunların yüklediği mükellefiyetlerin ne coğrafî ne siyasî hiçbir hududu yoktur.”

İkinci grup olarak açıkladıklarını ise siyaset kanunları olarak tanımlıyordu. “Bunlar hakkaniyet kuralları gibi kişinin vicdanında yer etmiş değildir. Ve yalnız dayandıkları polis ve zabıtaların uzanabildiği yerlerde yani memleketin sınırları içindedir.”

Şahsiyeti, Tavrı ve Yaşadıkları

Toplum yozlaşmaya başladığında ortaya çıkan problemler, düşünce insanlarında ‘fikir haysiyetinin’ korunmasını zorunlu kılar. Başgil’in adalet ve vicdan bahislerinde bu denli hassas olmasının en önemli sebebi buydu aslında. 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Araz, Avukat Kenan Öner, Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak ve Zekeriya Sertel ile birlikte İnsan Haklarını Koruma Derneği’ni kurmuş ve Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin de başkanlığını yapmıştır.

“Hukukçu, hukuk bilgisine sahip insan değildir. Bu bilgileri örnek ölçülerde kullanabilen insandır. ‘Hak’ diyen insan, hakşinas davranmayı da bilmelidir.” diyen Ali Fuat Başgil, hukukun uygulanması gereken konularda kayıtsız kalmamış ve kendi deyimiyle ‘hakşinas’ kalmaya gayret etmiştir. 1960 darbesinde haksız yere cezaevine atılan Ali Fuat Başgil, 1961 Anayasası’na dayanarak kurulan Adalet Partisi’nin senatörlük teklifini kabul ederek Samsun’dan aday oldu. 15 Ekim 1961 yılında yapılan seçim kazanılmış ve artık senatördü kendisi. İhtilâlcilerin yerine olağan demokrasinin kurulmaya çalışıldığı o dönemde Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktı. Mecliste çoğunluğa sahip partilerin ortak aday olarak tercih ettiği Ali Fuat’a teklif götürüldü. Fakat askerî idarenin yönetimi sivil idareye teslim etmediği o dönemde hükûmet sorumluları olarak görev yapan Sıtkı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından başbakanlığa davet edildi. İlk Komutan Cemal Gürsel’in tek adam olarak seçime girmesini istediklerini aksi hâlde can güvenliğinin olamayacağını kendisine bildirdiler. Talepleri karşılanmadığı zaman seçimlerin iptal edileceğini ve askerî idarenin devam edeceğini de eklediler. Açıkça tehditti bu. Sadece kendisi tehdit edilse sorun olmayacaktı ancak mevzu halka da sirayet edeceği için Cumhurbaşkanlığı ve senatörlükten istifa etti.

Uzun bir dönem siyasetten uzak durdu ve 1965 seçimlerine Adalet Partisi’nden milletvekili olarak katılması ricasını kıramayıp 72 yaşında milletvekili olarak parlamentoya girdi. Ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanlığı’nı üstlendi. Savaşın, cezaevlerinin ve siyasetin yorduğu kalbi ancak 2 yıl dayandı bu yüke. 17 Nisan 1967 gecesi bir daha açmamak üzere yumdu gözlerini. Adalet ve hürriyet fikrine aşk derecesinde bağlı, ahlâk ve fazilet timsali bir âlimi kaybetmişti Türkiye. Aradan yıllar geçse de hâlâ kulaklardadır uyarısı: “Fikir ve kanaat ıslak keçeye benzer. Tepildikçe sıkılaşır, sertleşir.”

Taceddin Çakmak