Bilim Kurgucunun Seyir Defteri – 7
Doksanlı yılların başlarıydı. Çocukluğumun tek kanallı televizyonuna tanıdık bir misafir gelmişti: Ray Bradbury. Üstat bir sürü ıvır zıvır ve kitapla dolu odasına giriyor, emektar daktilosunun başına geçiyor ve gözünü odadaki eşyalardan birine dikerek hikâyesini anlatmaya başlıyordu. Onu tanıyordum. Fahrenheit 451’i soluksuz okumuştum. Artık hikâyelerini televizyondan da seyredebildiğim için seviniyordum.
Fahrenheit 451, Orwell’ın 1984’ü ve Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı gibi bir distopyadır. Bu distopyada resmedilen gelecekte artık evler yanmaz bir kılıfla kaplandığı için itfaiyecilerin işi yangın söndürmek yerine kitap yakmaktır. Çünkü kitap, bu düzende sakıncalı hatta tehlikeli bir nesnedir. Kitap bulundurmak ve okumak ciddi bir suç sayılmaktadır. İnsanlar okumak yerine evlerindeki dev ekranlardan zihinlerini uyuşturan televizyon programlarını seyrederler. İşi kitap yazmak olan itfaiyeci Guy Montag, bir şekilde kitapların tehlikeli dünyasını keşfedecek ve böylece bütün hayatı değişecektir. Bu distopyanın arka planında Bradbury’nin okumaya duyduğu aşk ve kitapların unutulmasından ötürü duyduğu kaygı vardır. Ray, daha çocukken teyzesinin ona verdiği Edgar Alan Poe hikâyelerini okuyacak ve büyülenecektir. Bu büyünün peşine düşen çocuk, zamanla edebiyatın diğer ustalarını da keşfedecektir. Maddi imkânsızlıklar sebebiyle liseden sonra tahsilini sürdüremeyen Bradbury’nin üniversitesi kütüphaneler olacaktır. Öte yandan romanın yazıldığı ellili yıllarda televizyon yükseliştedir ve Bradbury ya insanlar kitapları okumayı tamamen unuturlarsa kaygısını yaşamaktadır. Peki, Bradbury’nin hikâyelerinin televizyona uyarlanması bir çelişki midir? Bence o, hikâyeleri seviyor ve bu hikâyeleri taşıyabilecek mecralara güveniyordu. Hikâyeler, söz, yazı ve görüntü yoluyla varlık bulup yayılabilirlerdi fakat her halükârda kitabın ve okumanın yeri müstesnaydı. Fahrenheit 451’i kitap olarak okuduktan sonra sinema ve sahne uyarlamalarını seyrettim ayrıca çizgi roman uyarlamasını da okudum. Hepsi güzeldi ama daha çocukken sayfaların arasında kaybolduğum ve hâlâ sakladığım kitabının yeri bende ayrı. Montag’ın peşindeki görevlilerden kaçarken kendini ev içlerindeki dev ekranlardan gördüğü sahneyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Elbette bu sahneyi okurken yaşadığım heyecanı da.
Bradbury böyledir işte, ateş başı masalları anlatan bir komşu amca gibidir. Mars Yıllıkları, Güneşin Altın Elmaları, Resimli Adam kitapları bu lezzetli hikâyelerle doludur. Bradbury’nin kalemi, bilim kurgu, korku ve fantastik arasında mekik dokur. İlk kez 1950 yılında yazılmış olan ve Resimli Adam kitabına giren Bozkır hikâyesi bugün okunduğunda hâlâ tüylerimizi diken diken edebilir. Artırılmış gerçeklik teknolojisinin çocukların aklını başından aldığı bir zamanda geçer bu hikâye. Çarpıcı olan Bradbury’nin teknoloji kahinliği değil, hikâyedeki sanal gerçekliğe bağımlı çocukların tutumudur. Bradbury, ellili yıllardan dijital bağımlılığa dair korku verici bir öngörüde bulunmaktadır. Bu öngörüyü isabetli kılan, Bradbury’nin bilim kurgu hikâyelerinde insanı öncelemesidir. Bradbury için teknoloji takıntı değildir onu asıl ilgilendiren insanın hikâyesidir.
Mars Yıllıkları adlı kitabında, Dünya’dan Mars’a giden roketlerin hangi yakıtla uçtuklarını ya da nasıl çalıştıklarını açıklamaz çünkü asıl derdi başkadır. Mars bu hikâyelerde, Dünyalıların kendi hakikatleriyle yüzleştikleri bir aynadır.
Son olarak YouTube’ta keşfettiğim ve ara ara açıp seyretmeye doyamadığım bir video; sene 1971, bir sempozyum kaydı. Arthur C. Clarke ile Carl Sagan’ın arasında Ray Bradbury bir şiir okuyor. Bilim kurgunun şairi, insanoğlunun evrene açılma macerasını şiirle kutluyor. Bu tam da Fahrenheit 451 yazarına yakışır bir hareket. İnsanlık o büyülü hikâyeleri ve efsunlu şiirleri; Gılgamış’ı, Yunus’u, Poe’yu unutursa roketler ve bilgisayarlar hayal gücünü kurutacak. Hayal kurmayı unutan insanlık için çöküş başlayacak.
Bradbury’ye selam olsun. Roketleri, hikâyeler ve şiirlerle doldurun. Yola çıkıyoruz!