Tam adıyla Nazmi Taha Kılınç, 1980 Mersin doğumlu. Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde eğitimini tamamladı ardından İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. Lisans eğitimini tamamlamasının ardından basın-yayın sektörüne atıldı ve bu mecradaki serüveni başladı. Birçok haber sitesinde editörlük yaptı ve çeşitli dergi çalışmalarında bulundu. 2016 yılından bu yana Yeni Şafak gazetesinde Orta Doğu’ya dair yazılar yazmakta. Ebedî ve akademik anlamda çalışma sahası olan Orta Doğu aynı zamanda Taha Kılınç için mânevî bağı olan bir bölge. Biz de bu bölge ve bu bölgenin insanıyla, onların ülkemizdeki yansımalarıyla ilgili sorularımızı kendisine yönelttik.

Suriye serüveniniz nasıl başladı? İnsanların görmediği ya da araştırmadığı Suriye, kültürel ve tarihî açıdan bilmemiz gereken hangi ögeleri barındırıyor?
Suriye serüvenim, 2001 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Arapçamı geliştirmek istememle başladı. Okulda yeterince öğrenemiyordum ve vakit de çok hızlı geçiyordu. Araştırmalarım sonucunda, hem ucuz hem de ulaşımı kolay bir ülkeyi tercih edeyim derken, Suriye seçeneği öne çıktı. Hamd olsun, ilk yurt dışı seyahatimi de böylece bu güzel ülkeye gerçekleştirmiş oldum.
Suriye, her şeyden önce Anadolu’nun bir devamıdır. Tarih boyunca —ve bugün— ortak kaderimizi birlikte yaşadığımız, hiç ayrılmadığımız ve birbirimizi ayrı-gayrı kabul etmediğimiz bir coğrafyadır. Araya çizilen sınırlar bizi aldatmamalı ve yanlış yönlendirmemeli.
Tarihî, kültürel ve sosyal açıdan baktığımızda, Suriye’nin Türkiye’ye çok yakın bir ülke olduğunu görürüz bugün. Uzun yüzyılların ardından iki taraf da birbirine benzemiş, hatta aynîleşmiştir. Günümüzde ırkçılık nokta-i nazarından coğrafyamıza bakanların belki de hiç fark edemeyeceği bir hakikattir bu. Duygu dünyasını araya çizilen suni sınırların yönlendirmesi, gerçek anlamda nasipsizliktir.
Geçmiş yıllarda savaş başlamadan öncesinde ve sonrasında Suriye’ye geziler yapmış ve orada bir süre yaşama fırsatı yakalamışsınız. Suriye’de şahit olduğunuz ilginizi çeken bir olayı ya da durumu aktarır mısınız?
Aslında çok fazla olay var, şaşırdığım ve ilgimi çeken. Ancak hepsinin de ortak noktası, bana şu cümleyi kurdurmaları olmuştur: “Biz ne kadar da yakınmışız yahu!” Doğrusu, bunu fark ettikten sonra, Suriye’nin her bir karışını kendi memleketim gibi hissetmeye başladım ve dikkatimi de yoğunlaştırdım.
Mesela bir defasında Şam’da yaşlı bir amcaya adres sorduğumda, eliyle ileride bir noktayı işaret ederek şöyle demişti: “Doğri!” Bizim Türkçede hep kullandığımız bir kelimeyle beni cevaplamıştı yani. Buna benzer sayısız hatıra anlatabilirim.
Suriyeli vatandaşlarının yaşadığı sorunlar maalesef ki mülteci kabul eden ülkeler ve halkları tarafından göz önünde bulundurulmuyor. Ülkemiz bazında ensar-muhacir ilişkisini güçlendirmek, yaşanan sorunları en aza indirmek adına yeteri kadar çalışma yapıldığını düşünüyor musunuz? Bu durumu her iki taraf açısından ele aldığınızda neler söylemek istersiniz?
Bahsettiğiniz noktada yeterli çalışmaların yapıldığını söylemek çok zor doğrusu. Her şeyden önce, sosyal entegrasyon temelli problemler, vatandaşın kendi insafına ve şahsî tedbirlerine bırakılamaz. Mutlaka devletin kontrolü ele alması, tutarlı ve geçerli politikalar üretmesi, açıkları kapatması, problemleri istismar edecek olanlara hiçbir şekilde fırsat vermemesi gerekiyor. Türkiye’de ne yazık ki, bahsettiğim bu noktalarda hâlâ ciddi bazı açıkların bulunduğu görülüyor.
Yaşadığımız coğrafya, tarih boyunca mültecilerin akın ettiği, insanların doğudan batıya, batıdan doğuya gelip geçtiği, köprü bir coğrafya. Dolayısıyla, insan yığınlarının kitlesel hareketlerinin meydana getireceği problemlerle sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bocalamanın ve ne yapacağımızı bilmez hâle düşmenin anlamı yok. Tarihsel birikimimiz ve tecrübemiz, tüm sorunların üstesinden gelmemize yardımcı olacak şekilde geniş ve derin. Yeter ki samimi ve kararlı olalım.
Savaş öncesinde Suriye’deki birçok farklı meslek grubundan insanlar, göç ettikleri ülkelerde, özellikle Türkiye’de, önceden icra ettikleri meslekleri devam ettirme şansı bulamadı ve hayatta kalmak adına farklı alanlara yöneldi. Bu durumu hem göç kabul eden ülke bazında hem de bahsettiğimiz mülteciler açısından nasıl yorumlarsınız?
Bu soruyu da üsttekiyle bağlantılı şekilde cevaplamak gerekir: Biz, bize sığınan mülteci kardeşlerimizle ilgili uzun boylu planlar yapamadık. Bunda neredeyse her meseleye yaklaşımda gösterdiğimiz geleneksel boş vermişliğimizin de etkisi vardı. “Zaten gidecekler, azıcık sabır.” diyerek ele aldık meseleyi. Oysa daha derinlikli ve uzun soluklu projelere ihtiyaç vardı.
Batılı ülkeler ise, mültecileri birikim ve becerilerine göre sınıflandırarak, hangi alanda neye ihtiyaçları varsa, o kadar mülteci kabul ettiler. Bu politika, insanî açıdan tutarsızlıklarla dolu, bencilce bir politikadır. Bunu da söylemek gerekir. Ama tamamen boş verip plansız bir şekilde meseleyi zamana yaymakla, Batılıların örneklediği şekilde mülteciye “kullanışlı eşya” muamelesi yapmak arasında bir denge bulmak zorundayız. İnsana kıymet vermek, onu bir çadıra sokuşturmakla olmaz sadece. Hatta o şekilde belki hiç olmaz. Her açıdan iyi düşünülmüş ve planlanmış bir mülteci politikası geliştirmek şart. Her şey için çok geç olmadıysa tabii ki…
Ülkemizde bir taraftan baktığımızda içlerine ciddi nefret empoze edilen Türk nesli büyürken diğer yandan bu nefrete maruz kalan Suriyeli bir nesil yetişiyor. Özellikle okullarda ve gençler arasında oluşan bu nefret sorununun gelecekte büyük sorunlara yol açmasını engellemek için gençler olarak bizler neler yapabiliriz?
Bu topraklarda ne yazık ki, kendimize benzemeyen ve bize yabancı olan herkese karşı nefret ve kendini kapatma alışkanlığı çok yaygın. Bu yüzden, ben ırkçılık ve nefret meselesinin sadece Suriyelilere yönelik olduğunu düşünmüyorum. Bize benzemeyen herkesten ve her şeyden kaçıyoruz ve kaçınıyoruz.
Suriyeliler meselesinde, ekonomik krizin ve maddî problemlerin de etkili olduğu kanaatindeyim. İnsanlarda sanki Suriyeliler kendilerine ayrılmış olan rızkı ele geçiriyormuş gibi bir duygu oluştu. Oysa yabancıların tahammül ettiği zorluklara bizim insanımızın hiç de talip olmadığını herkes bilir. Mülteciler, her türlü haklarının sömürülmesi pahasına, buldukları her işte çalışarak tutunmaya çabalarken, bizim insanımıza iş beğendirmekte zorlanıyoruz. Piyasayı bilen herkes, bu söylediğime hak verecektir.
Yapılması gereken ilk şey, çocuklarımıza “özel” ve “üstün” olmadıklarını öğretmek olmalı. Kendimize ait özgür bir vatanımız varsa, bu, bizden öncekilerin gösterdiği insan üstü çaba sayesinde. Özgür bir vatanın şerefli vatandaşları olarak yaşamaya devam edebilmek ise, tamamen bizim çabamıza, gayretimize ve samimiyetimize bağlı. Bu esasları nesillerimizin eğitiminde en temele yerleştirmek zorundayız.