Hard Diske Sızan Aşk her

İrem Tak

Bireyselleşme, birçok kitlesel tetikleyici unsurun etkisiyle bugün oldukça sık konuşulan bir nosyon. (I) Aydınlanma ile etkisini artıran toplumsal ve endüstriyel modernizasyon, (II) demokratik yapının çok çeşitli alanlarda ve küresel anlamda kümülatif yükselişi, (III) insan ilişkilerinin kuruluş standardının uğradığı birtakım değişimler ve (IV) aslında yine kavramla oldukça paralel ilerleyen değişkenler olarak çağın beraberinde getirdiği sosyopsikolojik ve bireysel problemler şüphesiz öne çıkan unsurlar arasında. Bireyin çeşitli biçimlerde yalnızlaşma ve ayrışma sürecine fütüristik bir dünyadan yaklaşan Spike Jonze rejisörlüğündeki Her filmi, bu konsepti değerlendirmek için isabetli bir tercih.
Günümüzde alışılagelmiş çoğu şey, tarihsel kronolojide geriye gidildikçe kolaylıkla ütopik olarak değerlendirilebilir bir hâl alıyor. “Ütopik” söylemiyle yoldaş olan şaşkınlık ise esasında uzun soluklu dönemler arası bir kıyastansa kişinin, yaş aldıkça parçası olduğu sürece ve dünyaya cevaben geliştirdiği bir duygu olarak da karşımıza çıkabilir. Demem o ki yaşça büyük fertlerin, özellikle teknolojik bazlı yenilikleri paylayarak bu yeniliklere daha adapte biçimde büyüyenlerin tutumlarından dem vurmaları, onların şaşkınlıklarındandır. Ancak Her özelinde belli durumlara tek şaşıran yalnızca onlar olmayacaktır. Film süresince böyle bir dijital ortamın ve ilişkinin parçası olmak istemesine karşın başkarakter Theodore’un (Joaquin Phoneix) zaman zaman baş gösteren endişelerine ortak oluruz. Hâlihazırda hayatına dâhil olan sanal konseptler, onun bu tip ilişkilere tam takım hazır olması ve kolayca uyum sağlayabilmesi için yeterli değildir. Çok farklı tanımlara atfedilebilme potansiyelindeki aşkın öngörülemezliği, çoğunlukla bu yetersizliğin sorumlusu sayılır. İlişkinin taraflarından biri işletim sistemi olunca da hâkim olan belirsiz hava ve tahmin edilemezlik durumu doğal olarak öne çıkmaktadır.
Yapay zeka teknolojisinin belirli kabiliyetleri sayesinde eksikliklerini kompanse edebilme fırsatını fark eden birey profili, filmin ilk çıktısı. Hatta aynı birey, fark etmenin ötesinde sürekli her türlü fırsatı ya da duruma göre ürünü kullanmaya zorlanıyor. Bu noktada kişinin rasyonelliği problemi üzerinden, onu belli aksiyonlara mecbur bırakan sistemi kötülemek ya da aklamak gerekmez. Ancak, sokakta yürüyen gözler arasındaki mesafenin yeterince devasa olduğu bir dünya mevzubahis. Belki de tek yakın ilişki kurabildiği insanla da yolunu ayırma sürecindeki başkarakterin böyle bir dünyada, istediği an iletişime geçebileceği ve kendisinin şekillendirebileceği bir işletim sistemine yönelmesi oldukça anlaşılabilir kalıyor.
Filmin üzerinde durduğu birkaç önemli nokta ile “aşk”ın ütopya tarafına eğilmek mümkün. Theodore’un ayrılık sebebiyle ne derece kaybolmuş hissettiği âşikâr. Meydana gelen boşluğu doldurmak adına başkalarıyla hatta özünde bir teknolojik ürünle şansını denemeye çalışması da öyle. Yeni tanıştığınız birine muhtemelen hard diskinizi karıştırma izni vermezsiniz. Aksi hâlde ya mahremiyet duvarını alışılmışın dışında bir yerde örmüşsünüz ya da “o” birine kendinizi bırakmaktan başka seçeneğinizin olmadığını hissediyorsunuz demektir. Theodore’un geçirdiği gibi sancılı ve kararsız bir ruh hâlinin hâkim olduğu dönemlerde çoğu zaman ikinci ihtimal birincinin de yaşanmasına sebebiyet verebiliyor. Dirençsizlik; bu ütopyaya ilk adım.
Karakterin bir işletim sistemine âşık olduğunu kabul etmesi ve bunu endişe duymadan çevresindekilerle paylaşmaya cesaret edebilmesi takdir edersiniz ki kolay olmuyor. Bahsettiğimiz dirençsizlik hâli zamana yayılarak bireyin kendi fikirsel setini esnetmeye başlamasıyla veya zaman zaman verdiği sağlıklı ya da sağlıksız tavizlerle harmanlanıyor. Bu sayede ütopya genişliyor.
Tabii her ütopyanın illa ki hata verdiği oluyor, zaten bu sebeple onları ütopya olarak tanımlıyoruz. İnsanın sahip olduğu hissedebilme lütfu üzerinden birkaç noktaya daha değinmek lazım. Uzun yıllar süren bir birlikteliğin ardından Theodore’a eski partneri tarafından yöneltilen gerçek duyguları kaldıramama söylemiyle karşılaşıyoruz mesela. Bizce bu sanıldığından daha karmaşık olmakla birlikte esasında bahsedilen duyguyu gerçek ya da gerçek olmayan şeklinde değerlendirmemekle ilintili. Hissettiklerimizden tamamıyla sorumlu olduğumuzu söylemek genel mânâda oldukça güç, bu yüzden Theodore’un durumunu yeni ve denenmemiş olana meyil şeklinde yorumlamak da bir seçenek. Üstelik bu denenmemiş olan, kişinin yaşamındaki aksilikleri en aza indirmek ve onu iyi hissettirmek üzerine tasarlanmış hâldeyken.
Sona yaklaşırken, karakterin yolculuğunda göze çarpan anlardan birine daha değinilebilir. Herhangi bir filmin içeriğinden her zaman göz dolduran ve şoka uğratan bir karakter gelişimi beklemek pek de yerinde bir tercih değil, parantez açmış olalım. Yine de Her’de Theodore’un kazanması gereken farkındalığa vardığını görmek, filmin işleyişini tamamlar nitelikte. Şu zamana kadar başkalarının dilinden başkalarının değer verdiği insanlara mektup yazan karakter, finalde ilk defa kendi dilinden kendisi için önem teşkil eden birine mektup yazıyor. Zira Theodore öncesinde, yapay zeka işletim sistemlerinin ilgili şirket tarafından piyasadan geri çekilmesi haberiyle, sahip olduğu sistemin de aslında kendisiyle birlikte binlerce insanla iletişimde olduğunu öğrenir. Hatta yüzlercesiyle de romantik bir ilişkisinin olduğunu. Karakterin yaşadığı aldatılmışlık hissini tahayyül etmek o kadar da zor değil. Ancak sonuçta yaşadıklarını sindirmiş şekilde mektubunda eski eşine “Seninle beraber büyüdük, bu yüzden seni her zaman seveceğim.” deme naifliğini gösterişine şahit olmak iç gıdıklayıcı sayılır. Bu cümlelerin devamında “Her zaman kendimde senden bir parça taşıyacağım için minnettarım.” diyebilmesiyse olgunluk timsali.
Kendimize anlattığımız hikâyelerden ibaret olduğunu belirttiği “geçmiş” mefhumunu bu denli acı bir yolla benimseyişini, yönetmenin pembe-kırmızı ve temiz kadrajıyla deneyimlemek zevkli olacaktır. (Charlie) Kaufman senaryolarının yerini tutar mı bilinmez ancak Jonze’un başarılı bir janr harmanlaması ortaya çıkardığı şüphesiz.